Günlerden Cumartesi aylardan Haziran. Toprak kavrulmuş, ilk incirler dalından dökülmeye başlamış, karıncalar yanmamak için toprak altına çekilmişler.
Bu yaşananlar susuz yazın göbeğinde 10 kişinin güle oynaya girdikleri kanyonda başlarına gelecek sel felaketinin kabustan öte yaşam mücadelesi verdikleri ekip çalışmasının göz yaşları içinde yaşanmış gerçek öyküsüdür…
Cuma akşamı son hazırlıklarımı tamamladım, bold takımı, yedek delici uçlar, jumar takımı, karabinalar…
Her şey yedekli. Şahsi kurtarma takımlarımı kontrol ettikten sonra çantamın fermuarını kapatıp Ercan’ın gelmesini bekliyorum, bu arada hava durumu hakkında Kerem ile sürekli mesaj trafiğindeyiz. Programın nasıl olacağını konuşuyoruz. Hava mis, cennetten kopup gelmiş gibi sıcacık.
Programa sadık kalarak İstanbul’dan beş kişilik ekibim ile tam da 22:00’da yola çıkıyoruz. Bize İzmir’den daha önce birlikte kanyon geçişi yaptığımız için her birine tam güvenim olan beş kişilik bir ekip eşlik edecekti.
İlk molamızı Susurluk’ta bir tostçuda veriyoruz, Dilruba biraz iştahsız olduğundan tostunun yarısını yiyemiyor, bir an göz göze geliyoruz.
Garsonu çağırarak kalanı paket yaptırıyorum, yemediğin bu tost kanyon içinde sana can suyu olacak diyerek çantama atıyorum. Öyle bir paket yapılmış ki görsen içinde 10 tost var sanırsın, soğumasın diye çift kutuya koymuş. Paketi çantamın en kolay ulaşılır yerine koyuyorum.
İzmir ekibimizle belirlediğimiz zamanda her zamanki yerimizde buluşuyoruz. Kerim, Pınar, Yağız, Ebru ve Tuner İzmir’den geliyorlar. Ben, Ercan, Dilruba, Hakan ve Mustafa da İstanbul’dan geliyorduk. Güzel bir kahvaltı sonrası hava iyice aydınlanıyor ve güneş ışıklarıyla bizi selamlıyor, yolumuza şarkılarla türkülerle devam ediyoruz. Dilruba grubun neşe kaynağı, sırayla herkesin isteğini çalıyor. Bir türlü bana sıra gelmiyor ve isyan bayrağımı çekip sıramı kapıyorum. İstediğim Türkü Koçero, Ahmet Kaya’yı çok sevdiğim için bana 10 dakika ninni gibi gelen melodi son türkü isteğim oluyor.
Sık sık hava durumunu kontrol ederek Kerim ile temasımızı koparmıyoruz. Her şey mükemmel ve 0,1mm yağış gösteriyor yani yok gibi bir şey. Kısa bir süre sonra Söke’ye varıyoruz. Kanyon çıkışında durarak su çıkışı olup olmadığına bakıyoruz. Susuzluktan her yer sararmış, kurumuş. İki araç ile kanyon girişine giderek ekipmanları bırakıyoruz. Herkesi kanyon girişinde indirdikten sonra aracın birini kanyon çıkışına bırakıyoruz.
Artık eğitim başlayabilirdi.
Kanyon girişinde tam kuşam giyindikten sonra önemli detayları arkadaşlarım ile paylaşıyorum. Çantalar hazır, sular tamam, atıştırmalıklar yeteri kadar var, Dilruba ekstra muz ve kişi başı ikişer tane besin değeri yüksek çikolata barı dağıtıyor ekibe. Bu kadar enerji ile aşılamayacak bir engel olmaz diye şakalaşıyoruz. Yolda yürürken kanyon yapısı hakkında bilgiler veriyorum, burası yüksek inişleri olan orta zorlukta bir kanyon. Tek dikkat etmemiz gereken acele etmemek diye uyarıyorum. Tüm ekip arkadaşlarıma son iki iniş istasyona geldiğimizde çok yavaş hareket etmeleri gerektiğini söylüyorum.
Dar ve pozitif inişler ayrı bir güzellik katıyor kanyona. Orman içinde çalıların arasında yol açarak ilerliyoruz. Mustafa ilk inişe gelene kadar maden ocağından aşağı atılan oynak kayaların üzerinden öncü yürüyüşü yaparak yol gösteriyor. Kısa bir süre sonra ilk istasyona geliyoruz. Artık kanyon düzenine geçiyoruz. Kerim hayatımı tereddütsüz teslim edeceğim ekip liderlerinden, o ve oğlu Yağız ardçı en arkadan ipi toplayarak geliyorlar, onların önünde Ercan, Hakan, Mustafa, Tuner, Ebru, Dilruba geliyor, bakışlarıyla bile anlaşacağım Pınar ve ben öncülük yapıyoruz.
Geçen sene bu kanyonun keşif ekibinde olduğum için her noktasını çok iyi biliyordum, zaten keşif sırasında boldlama işlemini de ben yaptığımdan her istasyon noktası gözümün önümdeydi.
Mustafa’nın dediği gibi kanyonun derinliklerine doğru ilerlemeye başlıyoruz. Hava sıcaklığı arttıkça ne kadar güzel bir zamanda geldiğimizi konuşuyoruz, bir ay sonra gelmiş olsak iki katı su ve enerji vericiler taşımak zorunda kalacaktık.
Mükemmel bir yürüyüş, inişler çok keyifli… üçüncü inişten sonra mola veriyoruz, hava sıcak ve susadık. O sırada yağmur hafiften atıştırıyor ve kısa bir süre sonra kesiliyor.
Bunun aksi bir durum yaratmayacağını biliyorum. Devam ediyoruz, üçüncü inişi tamamlıyoruz ve hava çok hızlı bir şekilde dönüyor. Kısa bir kanyon olduğu için hızlı hareket ederek kanyonu tamamlayabileceğimizi düşünüyorum çünkü sel yaratacak bir havza veya baraj yoktu. Gece de hiç yağmur yağmamıştı, toprak o kadar kuruydu ki bastığımız yerlerden toz kalkıyordu.
Dört iniş sonra güvenli bir nokta olduğunu biliyorum, arkadaşlarıma dönerek acele etmeden ama seri bir şekilde hareket etmelerini söylüyorum. Dilruba nasıl istasyon kurulduğunu görmek için Pınar ve benim aramıza geliyor. Bir yandan istasyon kurmanın detaylarını, püf noktalarını anlatacağımı düşünürken akan su hızlanmaya başlıyor, dördüncü istasyonu kurarak hızlıca inişimi yapıyorum. Minik bir kazana giriyorum, ben indiğimde ayak bileğime gelen yağmur suyu Dilruba indiği sırada boyuna kadar yükseliyor.
Ardından en uzun boylu olanımız Yağız gelsin diye sesleniyorum, tecrübesini konuşturarak saniyeler içinde yanıma geliyor ve ardından hemen Pınar gelsin diyorum. Biz öncülük yaparken Yağız tüm ekibi karşı tarafa geçirecekti. Ben bir sonraki inişe geçerken suyun çok hızla yükseldiğini fark ediyorum, hızlıca oradan çıkmalı ya da kendimizi güvenli bir alana almalıydık.
Pınar çantasından ikinci ipi çıkarıyor, istasyonu kuruyorum ama o bölgede durmak imkansızlaşıyor. Ayak perlonumu çıkararak oradaki koca gövdeli çınar ağacının etrafına doluyorum. İlk önce Dilruba’yı göbek bağı ile istasyona bağlıyorum, hemen ardından Pınar’ın göbek bağını takarak buradan her geçenin emniyetini ne olursa olsun istasyondan alın diyorum. Fakat o sırada ayaklarım yere basamayacak kadar kayıyor. Tam o an yukarıda bekleyen ekipten Kerim’in ciğerlerini yırtarcasına bağırışını ömrümün sonuna kadar unutamam, yukarıdan gelen gürültü başımı döndürmüştü, ‘’Sel geliyor kendinizi çabuk emniyete alın!’’ diye bağırıyordu…
Benim için çok talihsiz bir zamanlama oluyor. Kafamı yukarı kaldırdığımda kahverengi içi taş ve balçıkla dolu bir çamurun içinde buluyorum kendimi. İnişe başlamadan sel o mesafeden beni yere yapıştırıyorken kontrolü ele alarak hemen toparlıyorum, ayağa kalkarak kendimi bir kenara yapıştırıyorum. Düşüşe geçmeden önce Pınar’ın Yağız’a hemen ipe gir dediğini duymuştum. Üç arkadaşımın da artık emniyette olduğuna emindim, peki ama yukarıdaki arkadaşlarım ne durumdaydı?
Kanyonu geçmek benim için her zaman özgürlüğe giden yoldu ama şimdi kalbim çığlık çığlığa boğulurcasına haykırıyordu. Akan su çok hırçındı, özgürlük yolunda yanlış zamanda buluşmuştuk.
Bir saat içinde iki ayrı dünyaya dalmıştık. Cenneti ve cehennemi aynı anda yaşıyorduk.
Gözlerimden dökülen yaşlar sanki akan suyu daha da kuvvetlendiriyordu.
Suyun taşıdığı kayalar yüksekten vücuduma çarptıkça daha korunaklı bir yere geçmem gerektiğimi anladım. Gidecek yerim yoktu, kafamı sağa çevirince kanyon duvarından sarkan ipi gördüm. Daha önceki yıllarda definecilerin içeri girip mahsur kaldığını duymuştum, şimdi o sarkan defineci ipi benim hayatıma dokunuyordu. Büyük bir sıçrayışla ucundan yakaladım ipi, su iyice yükselmişti ve o ip de benim hayata bağlantım olmuştu. Artık daha da güvendeydim.
2 saat geçmiş ama su seviyesinde hiç değişiklik olmamıştı. Titreme başladı, çınlayan hipotermi zilleriydi. Çok enerji sarf ettiğim için karnım iyice acıkmaya başlamıştı. Çantamı açtım ama kuru kanyon hazırlığı yaptığımız için ekmeğim ıslanarak sıvı çorba haline gelmişti. Parmaklarım ile çamurlu suyu süzerek kalan tortu kısımları tereddüt etmeden ağzıma attım. Anında enerjiyi hissetmiştim. Su seviyesi bir azalıp bir artıyordu. O sırada Pınar ile göz teması halindeydik, bakışlarındaki çaresizliği görüyordum. Baş parmağım ile iyiyim işareti yapıyordum ama hiç iyi değildim. Su seviyesi git gide artıyordu, bağırarak bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama ben duyamıyordum.
Çantamda fotoğraf makinası ve ekipmanlar olduğu için arkama korunaklı bir yere almıştım. Olduğum yerde zıplayarak kan dolaşımımı hızlandırmaya çalışıyordum. Gerçekten ısınmaya başlamıştım, Pınar ve Dilruba, Yağızı da güvenle yanlarına almışlardı. Sadece suyun debisi azaldıkça küçük göz temasları sağlayabiliyorduk. Yüksek bir kayanın üzerine çıktığım için cep telefonumun çektiğini fark ettim, mesajları görünce arama kurtarma zincirinin başlamış olduğunu anladım.
Yukarıdaki arkadaşlarım destek geleceğini yazmışlardı, sel arttıkça cenin pozisyonuna geçerek çarpan taşlardan ve sert soğuk sulardan kurtulmaya çalışıyordum. Nefes alış verişim hızlanmış titremem de artmıştı, gözüm hep yukarıda Pınar, Yiğit ve Dilruba’daydı. Sadece Pınar’ın kafasının minik bir bölümünü görebiliyordum. O hareket ettikçe içime huzur doluyordu, demek ki iyilerdi. Yukarıda bir hareketlenme olduğunu fark ettim, Pınar ve Dilruba yer değiştiriyorlardı ama neden?
Aksi bir durumda ne yapabilirim, nasıl müdahale edebilirim diye planlar yaptım, aşağıda kollarımı açmam nafile, a.b.c.d.e.f.g… bin tane senaryo kurdum kafamdan. Sanırım yan geçiş ile ilerideki minik mağaraya girmeye çalışacaktı. Gözüm üzerinde pür dikkat izliyordum, hadi Rubi yaparsın diye içimden dua ediyordum. Tam son hamleyi yaparken üç metreden aşağı düşüşünü gördüm, tüm ağrılarını bedenimde hissettim… Pınar güvenli düğüm attığı için emniyetteydi ama kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum ses yok, bir hareket yok!
Mesaj atıyorum cevap yok, göz yaşlarım sele karışıp köpürüyor. Beş dakika geçti, hala hareket yok! Meraktan gebereceğim. Bir hareketlenme oluyor, tekrar üç altın dokunuş kuralıyla tırmanışa başladığını görüyorum ve nefesimi tutarak izlemeye başlıyorum. Hadi yaparsın, sakin ol, şimdi sağ el, sol adım içeri derken Dilruba kendisini güvenceye alıyor. Ama aklım aldığı darbede... Her ne kadar suya düşmüş olsa da o düşüş psikolojisini iki saat öncesinden çok iyi bilirim, ben de bulunduğum yere yapışmıştım.
Yukarıda üç minik serçenin duracağı bir oyuğa bir ana, bir oğul ve bir de can dost sığınmışlardı.
İçim çok rahatlamıştı, artık arkadaşlarım orada geceyi de geçirebilecek pozisyondalardı.
Şelalenin gürleyen sesi iletişimimizi koparıyor.
Ayak perlonumu almış olsaydım yukarı çıkabilirim ama ne sesim yukarı gidiyor ne de kendimi ifade edebiliyorum.
O kadar çok üşümeye başladım ki son çare olarak kendi üzerime işeyip biraz olsun rahatlamıştım, kasıklarım ısınmıştı.
Kendimi unuttum, Tuner’i düşünüyorum. Onun şeker hastalığı vardı, ya Ebru? O narin vücuduyla nasıl karşı gelebilecekti çağlayan suya. Kerimin durumu kontrol altına aldığına ve ekibi son derece güvende tuttuğuna emindim. Hakan uzun zamandır kanyona girmek istiyordu ama ilk deneyim bu olmamalıydı. Ercan soğukkanlı ve metanetliydi, durumu idare edeceğini biliyordum.
Mustafa ekibe dahil olmak için tereddüt etmeden gelmişti eğitime, hatta şu an mahsur kaldıkları yere ondan emniyet alarak aşağı inmiştim, tüm ekibi de çıt çıkarmadan öyle aşağıya indirmişti. En sonunda da Ercan ile birlikte biz onu aşağıdan karşılamıştık…
Çağlayan şelalenin gürültüsünü iki el tabanca sesi bozuyor. Tamam artık üç saat sonra bize desteğe geldiler diye seviniyorum. Yok, giden gelen yok. Sırılsıklam tepeden tırnağa çamur içinde bir saat daha geçiyor. Pata pata pata bir ses bedenimi titreterek yukarıdan arkadaşlarıma yaklaşıyor, helikopterin altındaki JANDARMA yazı karakterini beynime kazıdım… Bu kez tamamdı, gelmişlerdi. Helikopterden bir Jandarma arama kurtarma personeli iple inerek Tuner’i güvenle yukarı çekmeye başladı. İkinci üçüncü derken bir saat sonunda altı arkadaşım da bulundukları noktadan alınmışlardı. Son arkadaşımı yukarı alırken dev gibi kayalar etrafıma düşmeye başladı, hiçbirinin bana çarpmaması tamamen mucizeydi. Helikopter çok yaklaşınca bağlandığım incir ağacı kırıldı ve ben yere çakıldım. Ayağa kalkmaya çalışırken bir ayakkabımın ayağımda olmadığını fark ettim, sel onu benden söküp almıştı.
Bu düşüş anlarımı Dilruba yukarıdan görmüş çaresizlik içinde sadece izleyebilmişti. Şimdi iliklerime kadar ıslak ve öfkeliydim. Çamurlu suyun tamamen içinde kalmış, çaresiz ve bitkindim. Tekrar o kaygan kayanın üzerine nasıl çıkacaktım?
Sıra bize gelmişti Yiğit, Dilruba, Pınar ve ben ikinci seferde alınacaktık, zaman geçmek bilmiyordu, sanki yıllar geçmeye başlamıştı helikopter gelip iki tur atıp geri dönmüştü, acaba bizi görmemişler miydi?
Duvarlarda bazı şekiller görmeye başlıyorum, bir omzuma dokunuyor az kaldı diyor, olmayacak bir yerden lamba yakılıp söndürülüyordu, artık halüsinasyon görmeye de başlamıştım. Kendime hakim olmam gerektiğinin farkındaydım. İyisin Haydar, çok iyisin, ateş başındasın ve havada meltem var diye kendi kendime konuşuyordum. Mental olarak da yorgunluk başlamıştı. Kendimi avutmaya çalışıyordum ama nafile, şimdi göz temasında olduğum kimse de yok.
Pınar’ın ve Dilruba’nın helikoptere beni almaları için yön göstermeleri, benim onlardan habersiz helikoptere önce onları al diye işaret etmiş olmam… Helikopterin hiçbirinizi almadan gitmesi ve yarattığı yıkım…
Şiddetli bitmeyen titremeler başlıyor, gece moduna geçiyorum, hava artık zifiri karanlık. Kafa lambamı kapattığımda ortam zindan karanlığına bürünüyor ve anında beynim bana oyunlar oyuyor, buna izin vermemeliyim.
Kafa lambam ile minik mağaradaki arkadaşlarıma ışık tutarken şarjı azalan cep telefonum ile son mesajlarımı atmaya çalışıyorum.
Rüzgar başlıyor ve karanlıkta içime sancı doğuyor. Habersizce hain bir baskın yemiştik… Tüm sevincim örselendi ama biliyorum ki kırk urgan kanyonundaki gibi buradan da sağ salim çıkacaktık.
Yüreğimi kalkan yaptım, yüzüm hayata dönük, sabretmekten başka bir çarem yok biliyorum.
Dev gibi bir kaya yukarıdan kopup yanıma düşüyor, soluğum kesiliyor… Ne yana gideceğimi bilmiyorum.
O sırada Afad’dan telefon araması geliyor…
“Alo Haydar! Yeterli ekipmanımız yok, sizi alamıyoruz. Arkadaşlarınızla kendi imkanlarınızla çıkın.” diyor ve telefonu kapatıyor. Geri arıyorum, arıyorum, açan yok…
Vay be bu mudur?
Başının çaresine bak he!!!
Acı yüreğimden beynime sıçrıyor, ama kızmıyorum seni de affediyorum deyip mental olarak siyah alarm durumuna geçiyorum. Kalan tüm istasyonları ip inişi yaparak arkadaşlarım ile geçmeye hazırlanıyorum, yüzünü benden saklayan Ay’a dönüp evrene pozitif isteklerimi gönderiyorum, ibadetimi yapıyorum, silkelenip kendime geliyorum, haydi Haydar şimdi hazırsın…
Hepimiz parça parçayız, kalplerimiz bir ama yüreklerimiz darmadağın, on saat önceki şenlik dağıldı, yerinde acı bir sel kaldı.
Çantamı boşaltarak içinde ne ile ateş yakabileceğime baktım, Dilruba’nın yemediği tostun yağlı kağıdı imdadıma yetişmişti, ateş başlatıcı da ıslanmıştı. Yine de denemeliydim, su altından çıkardığım dalları parçalayarak kuru kısımlarını ince yongalar haline getirdim. Çakmak vardı fakat havadaki nemden dolayı yanmıyordu, denedim denedim olmadı. Sakince önce çakmağımı kuruttum, sonra yongaları güçlendirdim ve ilk çakmağa basışımda ateş çıkmıştı. İçim yanıyor ama parçalar yanmıyordu, ilk kor oluşunca var gücümle üfleyerek mucizeyi başlattım. Hemen cep telefonumun lastik kabı ile ateşimi güçlendirdim, artık Poseidon bile bu ateşi söndüremezdi… Bunun haberini arkadaşlarıma bildirdiğimde eminim bayram havası olmuştur…
Pınar ile irtibatı sağlıyorum, ona “Bu halatı kesip ayak jumarı yapayım mı?” diye sorduğumda “Yapma, bekle.” cevabını alıyorum.
Ardından ekip arkadaşlarımla sürekli iletişim kurduğumuz grup konuşmasında aşağıdaki diyaloglar yaşanıyor:
Kerem Peker: Haydar, sana evrenden sıcaklık gönderiyorum yanında olamadım kusura bakma. Sıcak havlu çorap t-shirt falan aldım yola çıkıyorum.
Kerem Peker: En kötüsü geçti her şey daha güzel olacak. İlk görüştüğümüzde çaylar kahveler benden.
İçimi ısıtan bu satırları okurken ben bir yandan şelalenin rüzgarına dayanmaya çalışıyorum ve parmaklarımı hissetmiyorum…
Pınar Selvili: Ben Dilruba, yağızı yükseğe taşıdık biraz ılıttık, ayaklarını hissediyor artık. Haydar hocam da çok zorda gözüküyor. Ben iyiyim gayet.
Haydar: Ben de iyiyim, Pınar’ı alın önce.
Haydar: Ben cenin pozisyonunda bekliyorum, mental oyunlar oynuyorum.
Pınar Selvili: Önce Haydar. Ben korunaklı yere geçtim.
Haydar: Helikopter çok yaklaşınca ağaç kırıldı, bağlandığım yerden düştüm. Şimdi emniyete aldım kendimi.
Haydar: İple iniş mi yapalım, bekleyelim mi?
Pınar Selvili: Haydar biz ateş yakıp geceyi geçirebilecek kadar iyi yerdeyiz ve ısındık.
Pınar Selvili: Su anda senin durumun daha kötü. Önce sen git, tartışmasız.
Haydar: Gece konumuna aldım kendimi.
Pınar Selvili: Biz üçümüz bir aradayız, civciv yavruları gibi sokulduk.
Haydar: Vay arkadaş, bu bir rüya mı?
O sırada helikopterle kurtarılan arkadaşlarımdan güzel haberi duyuyorum:
Ebru Özpek: En yukardaki herkes indi hocam hepimiz güvendeyiz, sizin de sağ salim gelmenizi bekliyoruz.
Pınar Selvili: Haydar hocam iyiyim dese de suratını görüyorum buradan, onun durumu öncelikli. Önce Haydar.
Haydar: Güvendeyim. Hayal kuruyorum, ısınıyorum.
Haydar: Yemek söyleyin, ne söylerseniz bana 1,5 porsiyon söyleyin.
Haydar: Şimdi çay içtiğimi düşünüyorum büyük bardakla.
Kerem Peker: Kaptan Dilruba ne dalgaları atlatmıştır, 3 kaşık su bunlar. Dilruba'ya koymaz.
Kerem Peker: Haydar oğlum, sana İstanbul’dan polar battaniye eldiven kalın kışlık çorap falan getiriyorum.
Ebru Özpek: Haydar hocam helikopter yanaşamıyor mu, yok mu şu an?
Haydar: Yok kimse.
Hakan Daştan: Bizi kurtaran helikopterdeki adam aradı beni, helikopter ile ulaşamadıklarını söylediler.
Hakan Daştan: Hem halat uzunluğu yetersizmiş hem de lokasyon olarak yaklaşma açısından sıkıntılı bir noktadaymışsınız.
Hakan Daştan: Fakat Afad’ın size ulaşmak için çalıştığı bilgisini verdi.
Haydar: @@@@@@@
Haydar: Bizim yemeği şimdi söylemeyin bari soğumasın. Şarj çok az.
Haydar: Afad dan beni aradılar şimdi, geri jumarlaman gerek diyorlar. Su biraz azalsın bir durum değerlendirmesi yapacağım.
Akabinde uzun bir bekleyişin ardından arkadaşlarımdan durum bilgisi istiyorum…
Haydar: Bilgi verin, durum ne?
Kerim Selvili: Akut hemen üzerinizde şu an.
Kerem Peker: Geceyi geçirmeniz gerekirse sabahleyin saat beş buçukla 7 arası bir yağış geliyor onun dışında hiç yağmur yağmayacak gece.
Haydar: Yardımdan çok manevi desteğe ihtiyaç var
Haydar: O zaman Erdal gelsin.
Kerem Peker: Moralinizi yüksek tutun gece uzun olacak!
Bu sırada Pınar ile iletişimimizi sürdürüyoruz.
Haydar: Pınar, Erdal aradı. Çıkmışlar yola geliyorlar.
Haydar: 5 - 6 saat sonra sıcak yemek yiyeceğiz, ısınacağız.
Haydar: Ben ateş yakamıyorum her şey ıslak.
Pınar Selvili: Senin yanında hiç yiyecek var mı?
Haydar: Su var sadece.
Haydar: Kerim siz nasılsınız, ne durumdasınız?
Ercan: Hastane de bekliyoruz sizi, hepimiz iyiyiz.
Pınar Selvili: Bizi hastane yerine hamamda bekleseniz daha iyi olacak…
Pınar Selvili: Haydar buradan orası kaç metre?
Haydar: 20 metre
Haydar: Sizi göremiyorum, sen perlonu at bana, ben sizi oradan alırım.
Haydar: Sesinizi duydum. 15 dakikada yanınıza gelirim.
Kerem Peker: Aslan parçası kendine dikkat et!
Haydar: Pınar yukarıda solda iki ışık görüyorum ben mi üretiyorum onları yoksa birileri mi var orada?
Pınar Selvili: Daha gelen yok bekliyoruz. Gelince mümkünse önce seni göndereceğiz.
Haydar: Yok, önce çocuklar ve kadınlar. Siz gidin yemek işini organize edin. Salata da yaptıralım ortaya.
Haydar: Rüzgar başladı, üzerimiz ıslak. İnince iki tane birden büyük bardak çay alacağım.
Haydar: Size bir sürprizim var.
Haydar: Minik de olsa
Haydar: Başardım, ateş yaktım.
O sırada ekipler nihayet konumlarını almış ve inişe geçiyorlar.
Haydar: Biri mi iniyor yukarıdan? Çok taş düşüyor.
Pınar Selvili: Haydar inişe geçiyorlar, taş gelme ihtimali yüksek.
Pınar Selvili: Yapabiliyorsan kuytuya geç. Şimdi seni yukarı alacağız.
Pınar Selvili: Yağız çıktı, ben de yukarı ulaştım
Pınar Selvili: Birazdan Dilruba çıkıyor.
Daha sonra Dilruba’nın yolun yarısında tekrar aşağı doğru indirildiğini görüyorum.
Haydar: Dilruba geri geldi.
Ercan: Neden?
Haydar: Kurtarma aletinin (liberatörün) şarjı bitti, çıkamadılar.
Bir süre sonra Dilruba’yı tekrar almaya geliyorlar, pil bir kişiyi çıkarmaya yetiyormuş…
Kerim Selvili: Manuel mi alacaklar seni?
Haydar: Makara ya da el jumarı sanırım, yedek bataryaları yokmuş.
Pınar Selvili: Dilruba çıktı yukarıda şimdi yanımızda.
Kerim Selvili: Hadi Haydar sıra sende!
Kurtarma ekibi beni de yanlarına aldıktan sonra, haber bekleyen tüm arkadaşlarımın derin bir oh çektiklerini hissedebiliyordum. Artık sıra tekrar bir araya gelmekteydi.
Pınar Selvili: Haydar yanımızda!
Pınar Selvili: Şimdi yola indik. Ambulanstayız, ilk muayenelerimiz yapıldı.
Kerem Peker: Herkes iyi…
Soğukkanlı ve metanetli davranarak düzeni korudukları için her bir yol arkadaşımı canı gönülden tebrik ederim.
Mükemmel bir uyum içerisinde kusursuz bir ekip çalışması yaptık.
Daha önce emsalini görmediğim ve duymadığım sabır, özveri, merhamet, güven, sadakat, sorumluluk ve cesaret dolu bir sınavdan tam puan ile geçtik. Yapacağımız olumlu düzenlemeler bu camiaya ciddi yön verecektir…
Öncelikle 10 kişilik ekip arkadaşlarım:
Haydar DAŞTAN, Kerim SELVİLİ, Pınar SELVİLİ, Dilruba SÖYLEMEZ, Ebru ÖZPEK, Tuner CİVİR, Yağız SELVİLİ,
Mustafa AYDIN, Ercan UYGUN, Hakan DAŞTAN’a
Helikopter desteği veren JAK Jandarma Arama Komutanlığı'na, UMKE'ye,
AFAD'a, Kuşadası, Söke ve İzmir AKUT Derneklerine, Bu operasyonları başlatan Saadettin USLU’ya
Kanyon Bursa yönetimi ve kurtarma ekibine, KAD Derneği Başkanı Ömer MERTYÜREK ve İsmail Hakkı ŞEKER’e,
ACC Derneği Erdal BAYRAKTAR’a Ayşen ÖZASLAN ve Erdal ÖZASLAN’a
Bizleri ekipman desteğiyle daha güçlü kılan KAYA SAFETY ailesine, bu ailenin yöneticileri Cüneyt USLU ve Burak EMİN Bey'e, Lojistik, istihbarat ve anbean hava durumu takibini yapan Kerem PEKER’e
Söke Fehime Faik KOCAGÖZ Devlet Hastanesi ekibine,
En başından beri şahsen desteklerini esirgemeyen;
Aydın Valisi Sn. Hüseyin AKSOY’a,
Söke Kaymakamı Sn. Ümit Hüseyin GÜNEY’e
Söke Belediye Başkanı Sn. Levent TUNCEL’e
Son olarak kurtarma operasyonuna destek sağlayan ve
isimlerini bilmediğimiz emeği geçen tüm cesur kahramanlarımıza;
Derneğimiz, camiamız adına şükran ve minnetlerimizi sunarım.
Her birinizi güzellikler için çırpınan yüreklerinizden öperim.
İyi ki varsınız…
KADAK
Kanyon ve Doğa Sporları
Arama Kurtarma Derneği Başkanı
Haydar DAŞTAN