Sihirli dokunuş

 

Dördüncü yüzyılda Antakya'da yaşamış bir filozof var.

Adı Libanios. Antakya Akademisi'ni kurmuş. Güzel bir sözü var, şöyle diyor;

‘’Melekler dünyaya bir daha inmeye karar verirlerse Antakya’ya inecekler’’

 

Şu an Antakya’dan giden dostlarım; bir melek olup Antakya’ya yeniden inin.

Biliyorum dev dalgalarla boğuşuyorsunuz.

Arkanızda hiçbir güç kuvvet yok ama asla yalnız değilsiniz.

 

On binlerce sevdiğimizi kaybettik. Bir sorumlu çıkıp istifa etmedi ama bazı yöneticiler bu deprem ganimetlerinden istifade ettiler. Gelen yardımları yağmalayan Suriyeli gaspçılar yetmezmiş gibi bir de emniyet müdürümüz çıktı! yağmaladı bizi.

Düşünsenize ülkede olası bir savaş durumunu!

Bizi ilk sırtımızdan vuranlar kendi güçlerimiz mi olacak?

Peki bu yeni düzende kime güveneceğiz?

Kimden medet umacağız?

Kime derdimizi anlatacağız?

Eskiden afetlere hazırlık yapılırdı.

 

Sanırım artık toplum olarak ahirete hazırlık yapacağız.

Hataylı dostum hayatta üç çeşit insanı asla unutma;
zor zamanında sana yardım edenleri,
zor zamanda seni terk edenleri ve
seni zor durumda bırakanları…

 

Üstüm başım toz içinde. Ayakkabımdaki moloz taşlarıyla adeta arkadaş oldum, canım acıdıkça onlarla konuşuyorum acı dileniyorum.

O kadar çok yoğun bir koşturmaca içindeyiz ki, her enkazda başka bir ekip ile iş birliği yapıyoruz.

 

Yine başarılı bir müdahaleden zaferle çıkıyoruz. Enkaz altından çıkardığımız ve yaşadığı şoktan sesini çıkaramayan Ada’yı da ambulansa yetiştirmenin haklı gururu bile omuzlarımdaki yükü hiç azaltmamış aksine yeni sorumluluklarla sağ kolumdaki kas zedelenmesi sırtıma, boynuma doğru hançer gibi saplanmaya başlamıştı.

 

Hava kararmış, enkazlardaki sesler de azalmıştı. Yorgunluktan boynumu dahi çeviremez durumdaydım. Karanlık bir sokağın ortasında ateş yanıyor, o cılız ateşin başında iri yarı cüssesiyle bir adam ağlaya ağlaya bir şeyler mırıldanıyordu.

Karşısına geçip soğuktan donmuş parmaklarımı ısıtmak için oturdum, sönmemesi için ateşe de iki odun parçası attım. Arada “kaybettim, kaybettim” deyip duruyordu.

Karnım aç, açlıktan başım dönüyor anlayamıyordum ne demek istediğini.

 

Biri elinde poşete doldurulmuş sandviçler ile bize doğru geldi. “Karnı acıkan var mı?” diye seslendi. Bu sanki büyük ikramiye gibi bir şeydi. O an bir şey isteyecek gücümün de olmadığını anladım. Çıtımı çıkaramamıştım. Sadece derin bir nefes çektim içime sonra yavaşça geri bırakıverdim.

 

Ekip arkadaşlarım beni yalnız bırakmamışlardı. Dört kişiye iki sandviçi bölüşerek biraz olsun enerji alabilmiştik. İçtiğim meyve suyunun ne olduğunu anlamadım, çürük tadında bir şeydi. Gerçi ne olduğunun bir önemi de yoktu, sadece o kuru ekmeğin boğazımdan geçerken gırtlağımı yırtmamasını sağlaması yeterliydi.

 

Ateş yükseldikçe birkaç kişi daha geldi yanımıza ısınmaya. İlk ateş başındaki adam hâlâ “kaybettim” deyip ağıtlar mırıldanıyordu. Ne kaybettiğini anlamak sanırım pek zor değildi.

Evi, arabası, belki de ailesini kaybetmişti. Yavaş yavaş ileri geri gidip gelen ritmi hızlanmaya başlamış, sızlanması da yüksek sesli ağlamaya dönüşmüştü. Ağlamaktan da gözyaşı tamamen kurumuştu. Arkasında duran yorgun, bitkin bir kadın elini adamın omzuna koyarak teselli etmeye çalışıyordu.

 

Ateş başında kalabalık arttıkça insanlar birbirlerine hikayelerini anlatıyordu. Bir kadın hemen yanı başımızdaki tost olmuş enkazı göstererek; “Daha birkaç gün önce bu binanın üçüncü katını satın alacaktım 1milyon 250 bine. O hiç indirim yapmadı, ben de inat ettim almadım. Şimdi ikimiz de bu ateşin başında evsiziz. Bak bu polis amca oğluna aldı” dedi sallanıp duran adama bakarak. Herkesin yüzü buz kesmiş ilk kez kimse kimsenin sözünü kesmiyordu.

 

Bağırarak konuşmaya başladı, “Her şeyimi kaybettim. Çocuklarımı, karımı, kızımı, torunlarımı… Para pul yerine koyulur da canlarımı geri verebilir misiniz?” diye isyan etmeye başladı.

O yükselen ateş elbette ısıtamazdı içini.

 

“Kimse gelmedi, canlarımın sesi kesildi. Yıllarca hizmet ettim ben bu devlete. Bu mu karşılığı?” dediğinde tüm boyunlar aşağı bakıyordu.

“Bari cenazelerini alabileydim” diye sitem etti…

 

Ekip arkadaşlarımızla birbirimize baktıktan sonra hangi binada olduklarını sordum.

Hızla ayağa kalkarken omuzlarına atılmış battaniye de çamurlu suyun üzerine düştü.

“Bu bina!” derken parmak ucu dirençsizlikten yeri gösteriyordu.
İki elimle derman kalmayan dizlerimden tuttum ve üç hamlede ancak ayağa kalkabildim.

Herkes cennette doğar ama büyüdükçe acımasız insanların cehennemini yaşar.

Enkaz altında eşi, kızı, oğlu, gelini ve dört torunu kalmış. Düşünsenize; aynı evden dokuz cenaze!

Buna ne yürek dayanır, ne de sabır derman olur…

 

Yan tarafa doğru çökmüş binanın başına geldik, etrafından dolanarak risk analizi yaptıktan sonra her delikten “sesimi duyan var mı?” diye bağırmaya başladım.

Çıt yoktu...

Defalarca bağırdım ama nafile…

 

Ses dinleme cihazımız olsa belki bir işaret alabilirdik.

Yok işte, hiçbir belirti yok!

 

“Abi biz ölü çıkarmıyoruz” dedim.

“Lütfen bizi de anla yorgunluktan ölüyoruz, hiç rotasyon da yapmadık”

 

“Tek isteğim alemin bir mezarı olması” dedi.

O heybetli adam dizlerinin üzerine çöktü ve çocuk gibi ağlamaya başladı.

 

Hay Allah ne yapalım bilemedim. Hiç tanımadığım adamlar ile gece çalışma ekibi oluşturmuştum.

Arada bize katılan, bazen da bırakıp giden gençler oluyordu.

Ayak üstü binanın proje şeklini ve oda düzenini öğrendim. Yakınlardaki ekiplerden kullanılmayan fazla kırıcı ve jeneratörleri ödünç aldık. Yandan kolonu kırarak ilk odaya girecektik. Bir aracın farları da bize yeterli aydınlatma yapıyordu.

Kafa lambamın da desteği ile işe başladık.

 

Deprem olduğu zaman polis abi balkondaymış. Bina çökmeye başlayınca sarsıntıdan dolayı balkondan düşmüş. Kırığı yoktu ama üzeri bu soğuk havaya hiç uygun değildi.

 

Bile bile cansız beden çıkarma operasyonuna başlamıştık. İçimden belki biri bayılmıştır diye ümit ediyordum.

 

Hiltinin kırıcısı elimde makinalı tüfek gibi hiç durmadan çalışmaya başlamıştı.

Ben saniye bile boşluk vermeden çürük betonu blok blok patlatırken arkadaşlar da dökülen parçaları temizliyorlardı.

 

Hayatım boyunca çok kaybettim ama hiç yenilmedim ve yenilmeye de boyun eğmedim.

Ya hep kazandım ya da iyi dersler çıkardım.

Bazen ne bildiğin önemli değildir.

Ne söylediğin de önemli değildir.

Ne yaptığına bakılır.

Bu kez yine pes etmeden işimizi profesyonelce yapacaktık.

 

Yatak odası bölümünden ilk kirişi aşmıştık.  Kafamı içeri soktum ama polis abi ailesine kavuşmak için benden önce enkaza girmeye çalışıyordu. Onu ikna ederek dışarıdan bize destek vermeye razı ettim. Jeneratörün yakıtı az olduğu için onu benzin bulmaya gönderdim. Biz de enkazda ilerlemeye devam ettik.

 

Yatak odasında tam orta bölüme kadar geldim ama gördüklerim kanımı dondurdu.

İlk cansız bedene ulaşmıştım. Yatağın üzerinde değil yanında uzanır vaziyette duruyor olsalardı, kesinlikle yaşam üçgeni alanında yaşıyor olacaklardı. Uzanarak annenin bileğinden tuttum. Buz gibiydi ve hiç yaşam belirtisi yoktu. O daracık alandan anne ve kızını çekip çıkarmam çok zor oldu. Bir battaniye anne ve kızını sarmaya yetmemişti.

Polis abinin sırtından düşen battaniyeyi de üzerlerine örttük.

 

Bir titreme aldı beni, kanım adeta çekilmişti!

Buna hangi yürek dayanırdı ki?

 

O acıyı tarif edemem ama bildiğim bir şey var ki; o da, gencecik kızın kıvırcık saçlarını savurarak artık babasının kollarına koşamayacak olmasıydı.

Kimse içeri girmek istemiyordu. Başım dönüyordu, bu acıyı sindiremeden tekrar o beton yığınının içine dalmam gerekiyordu.

Ellerim, parmaklarım buz gibiydi ama içimde bir volkan varmışçasına alev alev yanıyordum.

 

Aynı delikten sürünerek tekrar içeri girdim. Yan odanın tuğla ile bölünmüş ara duvarını kırmak tahmin ettiğim gibi kolay olmamıştı.

Kırılan eşyaların keskin kenarları bedenime batıyor ve çalışmamı zorlaştırıyordu.

Durduğum yer tahkimat yapmaya da uygun değildi. Artçı sarsıntılara karşı kendime göre basitçe bir önlem almıştım.

Hiltiyi iteleyecek gücüm kalmamıştı. Sanki boşta çalışıyordu.

Dışarıdaki arkadaşlarımdan destek istedim olmadı. Çünkü o küçücük deliğe girmek büyük bir dertti. Ayrıca cansız beden ile temas başka bir mental güç gerektiriyordu.

Nasıl bir şey ile karşılaşacağımıza hazır değildim.

 

Girdiğim delikten geri çıkamazdım. İçeriye bir kişi daha sürünerek giremezdi.

Şöyle yapmaya karar verdim; ben Hiltiyi çalıştırarak göğsüme dayayacaktım, arkamdaki arkadaş da ayakları ile sırtımdan beni itecekti. Öyle de yaptık.

 

Arkadaşlarım ayaklarıyla beni ileri itiyor, ben de göğsümle Hiltiye baskı yapıyordum.

Farkında olmadan göğüs kafesime çok fazla yüklenmişim. Vücudum ısınmıştı ama kırıcının sarsıntısından dolayı başım çok dönüyordu.

 

Yaklaşık 2 saat sonra yeni odaya geçebilmiştik. Oğlu ve gelini odalarından çıkamamış, birbirlerine sarılı vaziyette kapının yanındaki direğe sıkışmışlardı.

Babaları elinde benzin bidonuyla geri dönmüş olacak ki, dışarıda ağıt sesleri yükseliyordu. O sesin her tonunu ciğerlerimde hissetmiştim.

 

Oğlu ve gelinini de bulmuştuk ama çekip dışarıya çıkaracak gücüm kalmamıştı.

Cansız bir bedeni hareket ettirmenin ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemezsiniz.

Santim santim, milim milim…

Önce oğlunu sonra gelinini dışarı çıkararak battaniyeye sardık.

 

Dışarı çıkarken yan odadan bir tıkırtı duymuştum, bir yaşam belirtisi vardı.

Yorgunluktan beynim bedenime hükmedemiyordu. Tekrar girdim o küçük deliğe.

Yatak odasından sıkışan kapıyı kırarak koridora ulaştım. “Sesimi duyan var mı?” diye bağırdığımda incecik bir ses duydum.

O heyecanla bir kez daha bağırdım…

Evet kesinlikle bir yaşam belirtisi vardı.

 

Dışarı çıktığımda yüzümdeki heyecan her şeyi ifade ediyordu.

Durumu sessizce arkadaşlarıma anlattım. Herkes çok heyecanlandı ve hemen gerekli ekipmanları tespit ederek tekrar içeri girdim.

Hareketlenmelerden iyi bir şeyler olduğu belliydi ancak yardıma ihtiyacım vardı ve delik çok dardı. Sapı olmayan bir ağaç testeresi ve orta ölçekli çekiç ile tekrar içeri girdim. Bu kez kendimi daha çok enerjik hissediyordum.

Odanın kapısını nasıl kırdım, nasıl o parçaları dışarı attım hiçbir şey hatırlamıyorum.

Bildiğim tek şey dizlerimin çok ağrımasıydı.

 

SİZİ ALMAYA GELDİM

 

Zorla biraz daha ilerleyince, tozdan gri olmuş yanaklarını gördüm ilk torunun.

Elleri göğsünde birleşmiş, belli ki çok üşmüştü.

Belime kadar odaya girebilmiştim. Herkes içerideki konuşmamı duyuyor ama çocuklardan gelen cevabı duyamıyorlardı. Çünkü şoktan konuşamıyorlardı yavrucaklar.

Daha deprem kelimesinin anlamını öğrenmeden acısını yaşamışlardı.

 

“Hadi sizi almaya geldim” dedim…

 Tepki yok!

 

Arkadaşlarım sürekli “Abi bilgi ver, abi bilgi ver! Ambulans gelsin mi? diyorlardı.

“Evet. 4 ambulans gelsin” dedim en güçlü sesimle.

 

Odanın iki yanındaki iki ranza ortada harika bir yaşam alanı oluşturmuştu. Çocukların kitaplığında yatay duran kitapları ise tam bir domuz damı olmuştu. Her birini tek tek kontrol ettim, şoka girmişlerdi ama sıkışan bir yerleri yoku. Üstteki ranzadan düşen birinin kafasında hafif bir kanama olmuş ve yarası kurumuştu.

 

Dışarıda çok büyük bir hareketlenme vardı. Heyecanlı çığlıkları ve sesleri duyuyordum. Birileri binanın üzerinde yürüdükçe tepemize aradaki boşluklardan tozlar dökülüyordu.

Bu yardımdan çok benim için bir ızdıraba dönüşmüştü. Bilinçsiz insanları iki saatte eğitmek elbette imkansızdı ama enkaz üzerinde yürünmeyeceğini bilmek de eğitim gerektirmiyordu.

 

Ben daha ilk temasımı yapmıştım ki, arkadaşlarım ambulansların gelmeye başladığını söylediler. İlk çocuğu sırt üstü yere uzatarak kollarını karnının üzerinde tutmasını sağladım. Üzerlerinde sadece pijamaları olan çocukları tek tek pijamalarının ense kısmından tutup çekerek dışarı aldım. Dört çocuk da sağ salim kurtulmuştu. Görünüşte bir şeyleri de yoktu.

 

Tanımadığım insanlar bana sarılıp boynumda ağlıyorlardı. Göğsümde öyle bir ağrı olmuştu ki, anlatamam…

Kıyafetimi kaldırdığımda Hiltinin göğsümde oluşturduğu kızarıklığı fark ettim.

Olsun…

Beden ağrısı geçer ama vicdan ağrısı asla geçmezdi.

Yine üzerimize düşen görevi; elimizden geldiği değil, canımızdan geldiği gibi yapmıştık.

Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.

Pamuk tarlasında yürüyor gibi hissediyordum.

Yumuşak ama dikenli.

Polis abi torunları ile ambulansa binip gitmişti. Vedalaşamadık kendisiyle.

Öyle şeyler yaşadım ki Hatay'da; hâlâ gerçek olduğuna inanamıyorum.

Bizzat kendim yaşıyorum, her şey gözümün önünde oluyor; “Yok ama bu kadar da olamaz” diyorum.

Maalesef oluyor…

 

Sosyal medyadan o enkazda beraber çalıştığım ve isimlerini dahi bilmediğim cesur yürekli arkadaşlar bir bir beni buldular.

Her birinize çok çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız…

 

 

Kimseye güveniniz kalmazsa Tanrı da size sırtını döner, insanlar da sizi umursamazlar.

İşte biz buna kader diyoruz.

Hiçbir zaman ümidinizi yitirmeyin, kalbinizin sesini dinleyin. Kaderinizi siz belirleyin.

 

Ruhumu derinden sarsacak kadar acı doluyum.

 

Derler ki;

Sofranda bal bol ise Bağdat'tan atlı gelir.

Tezgâhın sağlam ise İpekler katlı gelir.

Ateş düştüğü yeri yakar demişler.

Ölü senin değilse helvası tatlı gelir…

 

Hatay’dan selam olsun canından can kaybetmiş candaşlarıma.

Canımız çok acıyor…

 

 

KADAK

Kanyoning Türkiye

Kanyon ve Doğa Sporları

Arama Kurtarma Derneği Başkanı

 

Haydar DAŞTAN